kahve ve melatonin

kalkar kalkmaz kendine bir filtre kahve yaptı ama içmeye başlamadı. öylece bakakaldı fincana. ufuk çizgisinin çok uzaklarda olduğu bir denizi hayal etti. uçsuz bucaksız derin sularda yaşamına devam eden balıkları düşündü. bir yandan da engin bir gökyüzünü düşlüyordu. o mesafeden bakınca balıklar yıldızlar gibi parlayacaktı ve göz kamaştıracaktı. hem insanoğlu kendi gökyüzünü kendisi oluşturmuyor muydu? kendi gökyüzünü belirleyen insanlar özgürdür. 

kahvesinden bir yudum aldı ve masaya bıraktı.

her an içine soğuk işliyordu. evin her köşesi soğuk. duvarlardan sular damlıyordu. elleri, yüzü, burnu... kıpkırmızı olmuştu. her gün dua ediyordu o soğuktan hasta olup tüm gün yataktan tavanı seyredebilmek için. tavanın her köşesinde özgürlüğünü arıyordu. özgürlüğün her anlamı o tavanın boyasında gizliydi. ama özgürlüğün tavanı yoktu, sınırları yoktu. o koskoca gökyüzünü o tavana sığdırmıştı. karanlık düşünceler, ıssız hisler ve derin yalnızlık. hepsi orada gizliydi. ne zaman ayağa kalksa başı o tavana çarpıyordu. her sabah acıyla uyanıyordu bu yüzden. her çarpışında kafasında mükemmel derecede bir acı oluşuyordu, sızlıyordu. ama o acı onu boşluğa sürüklüyordu ve o boşlukta kaybolurken kalbiyle düşünebiliyordu. en uzaklar en derinler en yakına dönüşüyordu bu sayede. zihni ise karmakarışıktı. içerisinde huzurla yaşayabileceği büyük bir alan varken zihni bir o kadar büyük bir engel yaratıyordu. kocaman bir duvar. zihni kalbine engeldi her zaman. zihnine bu yüzden çok kızgındı. günün birinde zihniyle barışmayı çok istiyordu. zihni ile kalbinin ortak bir noktada buluşabildiği bir güne uyanmayı her şeyden çok istiyordu. ama bu koşullarda böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün müydü? 

delirmek miydi tek çare? 

birden kendi kendine söylendi. ''tanrı gerçekten kederli ve depresif bir yaratıcı olmalı. insanoğlunu yaratırken bu acılarından esinlenmiş olmalı. başka açıklaması yok.''

buğulu aynanın karşısında kendini izledi. yüzündeki çizgilerin gitgide belirginleştiğini ve yaşlandığını anladı.

çeyrek asırlık hayatında onca acıya şahit olmuştu. ama böylesine hiç denk gelmemişti. kendisini izlerken her şeyin mümkün olduğu sabahlar aklına geldi. günlerin haftaları haftaların ayları ayların yılları sırasıyla güzel  bir şekilde getirdiği. ama geride kalmıştı. mümkünatı yoktu artık çoğu şeyin. artık güzellikler çirkin iyilikler kötü geliyordu gözüne. en son ana ait hissettiği anı hatırladı. sevdiği kadının omuzlarının için kısmında hüngür hüngür ağladığı an. 

anı hissettiği an bile acı dolu olabilir mi bir insanın?

artık onun için her an bir yıkımdı. onun için artık her mevsim sonbahardı, kıştı. yıkım, acı, keder, hüzün, solgun ve karanlık. düşlerindeki her bir çiçek solmuştu. gün yüzü görmüyordu hiçbiri. sandıkta saklı ve derinlerde. önceden bulutların üzerinde nefes alıyordu fakat şimdi bulutlar üzerine çullanmıştı. 

varlığıyla yokluğunun artık bir ihtimal üzerine kurulu olduğunu düşünüyordu. yolları kurumuş dallarla kaplıydı. her bir yanı zarar görmüş bir yol. ve bu yolda yapayalnızdı. nefes alabilmek için ağaçlara ihtiyacı vardı. ama o ağaçlar çoktan sonbahara uğramıştı. bedenen kış uykusuna hapsolmuştu.

artık zaman onun omuzlarında ağır bir yüktü. ama yine de ayaktaydı. çok güzel kıyafetler giyinip yolculuğa çıkardı. onun için büyük bir zevkti bu. pencereden dışarıya gözlerini uzatıp derin düşüncelere boğulmak. bir gün otobüsle yolculuk yaparken ayrılıkları yolların değil kalplerin getirdiğini zihinlerin tuzak kurduğunu öğrenmişti. onun çok güzel düşünceleri vardı. zararsız düşünceler. ama artık kimse o baharda açan tomurcukların arasında, o güzel ağaçların altında buluşmuyordu. artık her şey taştandı. düşünceler de taşlaşmıştı. yine de çok güzel düşüncelere sahipti. ağacın altında buluşmak gibi.

kahvesi bitti.

sonrasında ayakları yerden kesildi. çünkü bütün düşüncelerinin ortasında tek başınaydı. anlam derinliğinin içinde kafayı yemek üzereydi. ayakları kesildi yerden ve bir daha o toprak hissini alamadı. o toprak ona enerji veriyordu. göğüs kafesinin içinde o topraklara sahip güzel bahçeler vardı. soldu. tüm çiçekler soldu. tüm ağaçlar kurudu.

yorgun ve bitkindi.

bütün duygularını kendisine fısıldıyordu. her gece uyumadan önce içten içe ağladığını hatırladı. ağlamaktan gözleri şişiyordu. sabahın 6'sında sürekli soğuktan uyanıp tavana bakıyordu.  karanlık düşüncelerin, ıssız hislerin ve derin yalnızlığın bulunduğu tavanı sabahın altı kırk beşinde izliyordu. gözleri anlamını yitiriyordu. nefesi kısa ve kesikti. çok hareket etmiyordu boğulmamak için. bütün hislerini fısıldıyordu yorganın altında. yatağın bir kısmına hiç dokunmamıştı. oraya ne vücudu ne kalbi ne de zihni değmişti. bir insan yatakta tek başına nasıl sıkışabilirdi ki? her sabah içindeki çocuğu öldürüyordu. içindeki çocuk bir umuttu. bir insan her sabah sahip olduğu umudu yok eder miydi? 

ve sonunda hep şu sözleri hatırladı.

''hayatımda geri dön(e)meyecek ve bir daha ol(a)mayacak şeyler için bir ışık olsaydım, kendisine yetmeyen, kendisini aydınlatamayan ve kendisini ısıtamayan bir mum olurdum.''

oysa bilmiyordu, sonsuzluğa ve boşluğa bir ışık olmaya çalışırsan ancak ve ancak karanlıkta boğulursun.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

tükeniş

huyumdur hep dirilirim